web analytics
  • Ev, Neydi?

    Gel, birlikte bir tabloya bir bakalım. Bu sorunun cevabını sonra düşünürüz.


    Christina’s World, 1948 by Andrew Wyeth

    Ön planda kurumuş otların kapladığı, dalgalı bir arazi. Ortasında yere uzanmış, genç bir kadın. Yüzünü göremiyoruz. Baktığı yer, muhtemelen, uzaktaki ve ufuk çizgisindeki o eve doğru. Ama sanki bir taraftan da ahıra bakıyor gibi? Tam olarak emin olmak zor. Gerçi, olmamız da gerekmiyor. Buradaki mevzu, o yerin, o gidilmek istenen yerin, yani evin, ulaşılması güç bir mesafeye olan denkliği.

    Tek tek çizilen otlar, pembe elbisedeki kırışıklıkar ve gölgeler, genç kadının saçlarının dağılışı fotoğraf gibi ama daha soğuk. Gerçekçiliği neredeyse sert.

    Bu yaratılan kompozisyon bilinçli bir tercih: Genç kadın sol alt köşede. Ev sağ üstte. Bu iki nokta arasında gözümüzü yukarı çeken bir diyagonal çizgi var. Kadının gövdesi, otların eğimi, ufuk çizgisi bu hareketi destekliyor. Gözümüz, ister istemez ilk olarak o pembe elbiseli kadına, sonra da onun baktığı yere, yani o eve varıyor. Evi gördükten sonra, tepenin kıvrımıyla ahıra, oradan ot sınırına ve tekrar kadına bakıyoruz.

    Bunun ardından anlıyoruz ki, perspektif kasten düşük tutulmuş. Görmeye aday bakanlar olarak biz, neredeyse yerde, kadının arkasındayız. Bu açı hem bizi kadınla aynı seviyeye indiriyor hem de alanı genişletiyor. Bu genişleyen alan bizi çevreliyor ve pembe elbiseli kadın ile beraber duymamızı ironik bulduğum bir “yalnızlık” paylaşıyoruz.

    Bana kalırsa, eserin ilk görüşte yarattığı bu his ortaklığı çok kıymetli. Ama bu duygusal yankı, tabloya biraz daha detaylı baktığımızda daha da derinleşecek ve başka şeyler de fark edilecek.


    “Çalıştım, çalıştım, çalıştım… O tarlanın şişkinliğini yakalayana kadar sadece araziye odaklandım. Bu, bir ev inşa edip sonra içinde yaşamak gibiydi. O zemini onun için kurdum. Ve onu yerleştirdiğimde, o solmuş ıstakoz kabuğu pembesi tam yerini buldu.” – Andrew Wyeth


    Sürekli hastalıklarla geçen bir çocukluğun ardından, içine kapanık ama resim yapmaya yatkın bir genç olan Andrew, babası Newell Convers Wyeth gibi iyi bir sanatçı olacağının işaretlerini yirmili yaşlarının başında vermeye başlar. Ölü bir martıyı resmettiği suluboya bir işi, bir sergide alıcı bulur (nasıl bulmasın).

    Dead Seagull, 1938, by Andrew Wyeth
    Andrew ve Betsy Weth, 1939

    Andrew ve onun 70 yıldan uzun süre hayat arkadaşı ve en büyük ilham kaynağı olacak olan Betsy, ailelerinin yazlarını geçirdiği Maine, Bird Point’te 1939’da tanışmışlar. Yakınlarında yaşayan çiftçi komşuları Alvaro Olson’un çocuk felci nedeniyle kısmen felçli olan kardeşi Christina, Andrew ile Betsy’yi tanıştıran kişiymiş.

    İlginçtir ki, bu ilk karşılaşmada Andrew Wyeth üzerinde en büyük etkiyi bırakan kişi Christina değil, rüzgâra, yağmura direnen üç katlı, dik çatılı, deniz kıyısındaki bir çıkıntıda inşa edilmiş olan evleri olmuş.

    Yani Christina’s World’de gördüğümüz o ev.

    Zamanla Andrew ve Christina iyi dost olmuşlar. Christina, Wyeth’in birçok eserinde yer almış: Christina Olson” (1947), “Miss Olson” (1952) ve “Anna Christina” (1967) . Hatta Christina, Wyeth’in çiftlik evlerindeki bir odayı atölyeye çevirmesine bile izin vermiş.

    Christina Olson, 1947 by Andrew Wyeth
    Miss Olson, 1952 by Andrew Wyeth

    Christina tarafından tanıştırıldıktan sonra Andrew, Betsy’yi ilk buluşmalarından birinde atölyesine götürmüş ve suluboya işlerini göstermiş. Betsy ise sonra, Andrew’ın daha önce yaptığı bir “egg-tempera(çok hızlı kuruması ile hata affetmeyen bir boya tekniği) çalışmasını fark etmiş ve çok beğenmiş. Betsy’nin beğendiği o eser yıllar sonra “The Young Swede” olmuş.

    Young Swede, 1938 by Andrew Wyeth

    Üzerinde solgun tonlarda, yüksek yakalı bir elbise içinde, başında, iki yanında serbestçe sarkan ipleriyle eski bir binici şapkası takmış; yanaklarında hafif bir pembelik, dudaklarında beliren bir gülümsemeyi asil bir gururla taşıyan bir kadın:

    Maga’s Daughter, 1966, by Andrew Wyeth

    Andrew Wyeth’i yıllar sonra üne ulaştıran bu eseri olan “Maga’s Daughter” portresinde gördüğümüz kişi, Elizabeth “Maga” James’in kızı Betsy Merle James’ten, yani ona “egg-tempera’da ilerlemelisin” diyen müstakbel eşinden başkası değildi.


    Wyeth, dönemin kaygılarını eserlerinde taşıdı. Yalnızlık, içe kapanma, ulaşılması güç hedefler… Gerçekçiliğini ise figüratif, detaycı hatta fotoğraf kadar sert eserler çıkararak korudu ve bu şekilde yoluna devam etti.

    Winter 1946, 1946, 122×80 cm by Andrew Wyeth
    The wind from the sea, 1947, 70×47 cm by Andrew Wyeth

    Ve yıl 1948’e geldiğinde, bir süredir üzerinde çalıştığı ve benim bu yazıyı yazmama vesile olan Christina’s World’ü tamamladı.

    Çocuk felcinden muzdarip Christina, hayatı boyunca asla tekerlekli sandalye kullanmak istememiş ve kollarıyla sürünerek hareket etmiş. Wyeth bir gün, Christina’yı bahçede yine sürünürken görmüş ve o an, aklında bu sahne oluşmuş.

    Özetle, bu reddediş, Wyeth’i etkilemiş.


    Wyeth tabloda gövde, baş ve saçlar için eşi Betsy’yi, eller ve kollar için Christina’yı modellemiş. Tamamen Christina’yı modellememe sebebi ise, Christina’nın tüm hayatını göstermek istemesiymiş. Yani genç bir kadının bedeni ve saçları, ama yaşlılığını taşıyan elleri ve kolları ile, eve bakan, oraya gitmeye çalışan, çabalayan, kısıtlı ama özgür birini tek bir vücuda sığdırmış.


    Christina’nın kollarındaki ince kaslar ve toprağı kavrayan yorgun parmaklar hem bu gerçekliği, hem de o bedendeki inadı, direnci ve mekâna bağlılığı yüceltir. Yani gördüğümüz şey belki mağduriyet, ama belki de daha çok kendine ait bir “dünya”nın sahibi olmakla ilgili. Bu ikilik, içimizde hem koruma dürtüsü hem de derin bir hayranlık uyandırabilir.


    Yapıldığı zaman yankılar uyandırmayan, ama yıllar içinde değeri anlaşılan tablonun öyküsü, az çok bu şekilde.

    Ve bence, ev, işte aşağı yukarı böyle bir şey. Gitmek istediğin, artık öyle olmadığında ayrılmak istediğin, doğuştan ya da kendi yarattığın ya da üzerine bindirilmiş yüklere, engellere rağmen her zaman yolunu bulmaya çalıştığın yegâne istikametin. Korunağın, yakınında huzuru bulduğun ya da bulmayı umduğun, özlediğin, uyumayı seçtiğin, dinlendiğin veya ‘oyunu kaydettiğin’ yer.

    Ve tabii ki bundan çok daha fazlasına denk düşer. Ama az sorulan bir soru olarak beni -arada- düşündürtür.

    Ev, neydi?

    Andrew Wyeth 2009’da, Betsy ise 2020’de sessizce hayata veda etti. Şu an ikisi de, Christina Olson’ın ulaşmaya çalıştığı o çiftlik evine bakan bir mezarda birlikte yatıyorlar.

  • Memory Den | İncirlikuyu – Kocain

    Gün 2: Bir hat bakım onarım memuru cosplayer’ı olarak TCDD’ye buradan selamlarımı iletiyorum.
    Hayır, bu klasik bir mağaracı pozu değil. Tavanın azameti altında aslında kendimden geçmiş haldeyim.
    20-21.09.2025 | 39°33'58.77"N 28°13'23.85"E | Akçakertil

    Susurluk’u besleyen kollardan biri olan Kille Çayı, milyonlarca yıl boyunca sabırla oyduğu kayaları yarıp Mezitler Kanyonu’nu oluşturmuş, bugün de Kepsut’un tam kalbinden geçiyor. Bu keşif gezisinin hedefi, vadinin yanındaki mağaralar: İncirlikuyu ve Kocain.

    Akçakertil’in vadiye bakan sırtına kampı kurduk. Bizi görünce heyecandan bayılmadılar ama muhtarın keçileri tarafından hoş bir merakla karşılandık. Plan hızlıca yapıldı: İlk gün dikey girişiyle bilinen İncirlikuyu, ikinci gün ise Kocain.

    Adını, hemen ağzında duvara tutunmayı başaran bir incir ağacından alan İncirlikuyu, dikey inişiyle ekipmanı zorunlu kılıyor. Karabinalar, desandörler, perlonlar, halatlar birer birer çıkarıldı, kuşanıldı. Giriş için boltlar yerleştirildi. Mağara ağzına vardığımızdan beri peşimizden ayrılmayan ve tek taraflı çok fazla sorumuza muhatap olan inatçı bir teke eşliğinde ekip aşağıya doğru uğurlandı.

    Gece ise uzundu: Kamptaki küçük ziyafetin ardından kaya tırmanışı eğitimi için sabaha karşı 03.00’e kadar çalışıldı. Sabahında ise keyifli bir kahvaltı vardı, gelecek rotalar için planlar yapıldı. Mıntıka temizliğinin ardından kamp, Aspeg’e yakışır biçimde tertemiz boşaltıldı.

    İncirlikuyu’ya ulaşmak görece kolaydı. Kocain ise öyle değil. Bu mağara, nispeten zorlu sayılabilecek bir tırmanışın ardından erişilebilecek bir yerde saklanıyor. Bu mevsimde kupkuru olan Kille Çayı’nın kurumuş yatağını takip ederek mağarayı aradık ve nihayet bulabildik. Hedefimiz MTA haritalarında yer almayan üst bir galeriye çıkmaktı. Yüzlerce yarasa tarafından karşılandık. Çoğunu istemeden uyandırmış olsak da, daha fazla rahatsızlık vermemek için sessizliğe büründük. Hangi döneme ait olduğunu sadece tahmin edebildiğimiz insan kemikleri ise beklemediğimiz bir şey değildi. Definecilerin aksine, saygıda kusur olmadan keşfi tamamladık.

    Kapanış yemeği Balıkesir’de yenildi. Farklı plaka araçların park edildiği benzin istasyonlarında duruldu. Gelecek rotalar için planlar konuşuldu. Bir hayalin peşinden gitmenin ne kadar iyi hissettirdiği giderek daha anlaşılır oldu.

    20 Eylül gecesi gökyüzünde bir tane bile bulut yoktu. Milyarlarca yıldızı tekrar görebilmem için atmosferin geçtiği bu kıyağı; gökyüzüne bakarken hatırladıklarımı asla unutmayacağım.

  • Artworks | “Daniel Danger”

    Tek taraflı tanışıklığım 2019’dan bu yana devam eden Daniel Danger, hayaletlerden, yarım kalmış çocukluk masallarından ve karanlıkta yankılanan hatıralardan esinlenir. Resmettiği tekinsiz ve terk edilmiş yerler ise korku değil, derinden özlemek ile ilgilidir.

    Kendisinin Jack White & Third Man Records, Andrew Bird, Puscifer, The Cure, Manchester Orchestra, The Black Keys, The Decemberists, Mogwai, Modest Mouse, Sigur Rós gibi isimler için hazırladığı illüstrasyonlar gerçekten çok güzel. Eğer merak edersen, keşfetmek için şuradan çıkış yapabilirsin. Ama burada kalmak istersen, en çok sevdiğim işini en sona sakladığım ufak bir derlemeyi aşağıya bırakıyorum.

  • “İlginiz İçin Teşekkürler”

    Bazen tahminlerin insafına avuç açarak dönüş bekleriz. Beklentiler ve gerçek arasında sıkışırız. Sebebi hesap hatası, ya da bazen zarların iyi gelmemesi olabilir. Hayallerimiz bize zaman ayırmaz.

    Genç sanatçı Claire Peckham‘ın reddedilme konusunu ele alışındaki basitliği ve vuruş gücünü çok sevdim ve burada yer vermek istedim. Burada bulunuşunuza dair sınırları çizerek, “ilginiz için teşekkür ediyorum”.

    İyi çatışmalar.

    “Thank you again for your interest”, 2025

    Ben Claire Peckham. Son iki yıldır yüzlerce iş başvurum reddedildi. Tasarımcı işleri, yönetici işleri, referansla başvurduğum işler ve fazlasıyla nitelikli olduğum işler… Hepsinden, başvuru belgelerimin tek bir insan tarafından bile görülüp görülmediğine dair en ufak bir işaret olmadan reddedildim. Yıllardır çevremdeki insanların hayatı akıp giderken, benimki hiç durmadan yerinde sayıyor. Arkadaşlarım iş buluyor, ailem tatile gidiyor… Tüm bunlar olurken benim hayatım, sahte bir neşeyle yazılmış standart bir e-postayla gelişi güzel silindiğim, sürekli tekrar eden bir film karesi gibi mükemmel bir şekilde donup kalıyor.

    Bu süreçteki kederim, çoğu kederde olduğu gibi, tek başıma yaşandı. Bu metindeki umudum, reddedilmeyi bir malzeme olarak kullanarak, izole eden bu deneyimi paylaşılan bir şeye dönüştürmek ve kederin sessiz ve tekrar eden doğasına ışık tutmaktı.

    Bu metin, 2023’ten bugüne kadar aldığım 60 standart ret e-postasından (toplamın dörtte birinden azı) oluşturulmuştur.

    – Claire Peckham

  • Memory Den | Parsık

    24.08.2025 | 40°37'07.2"N 29°57'51.0"E | Parsık 

    Yeraltı nehrinin debisi kuraklıktan azalmış olsa da, aslında Parsık’ı keşfetmek için en ideal zamanlar bu aylar. Yani Temmuz ve Ağustos. Çünkü kış aylarında mağara girişi su dolu. Zaten mağara girişinin hemen yanındaki eski duvar, muhtemelen bir su değirmeninden kalan son kalıntılar olsa gerek (tahmin yürütüyorum).

    Suyun akış yönünün tersine devam eden mağara giderek daralıyor. Yaklaşık 900 metre uzunluktaki mağaranın kayda değer bölümlerinde ilerlemek için sadece ve sadece 20-30cm yüksekliğe sahip yerlerden geçmen gerekli.

    Işıksız ortamda görme yetisini kaybetmiş karidesler ve yeraltı nehrinin sürüklediği tohumların sanki bir gün güneş görecekmiş gibi karanlıkta filiz vermesi, tüm bu klostrofobik ortamda birer küçük hazine senin için.

    Karanlığın kalbini çıplak gözlerle görmenin ne olduğunu anlatmaya yetecek kadar iyi yazabilsem daha iyi olurdu. Limitlerimi gördüm. Ama asla doyamadım. Arada gözümü kapattığımda hala oradayım.

  • En Büyük Savaşında Tüm Zarları Attığında

    Bir yerden bir yere gidiliyor. Sesler duyuyoruz ama etrafı görmüyoruz. Görebildiğimiz tek şey, makro çekimde gözüken bir kumaş ve arkasından sızan belli belirsiz ışık.

    1999 yapımı The Insider‘ın açılışında gördüğümüz ilk şey, işte böyle bir kare. Filmin derdini daha baştan anlatan bu görüntü, aslında yönetmen Michael Mann ve görüntü yönetmeni Dante Spinotti‘nin bizi önden selamlaması sanırım. Yıllar sonra geçtiğimiz hafta tekrar izlediğimde gözüme çarpan ilk detay bu oldu.

    Ve evet, bu yazının muhteviyatında The Insider‘dan eser miktarda spoiler yer almakta, ama izleme iştahınızı kaçıracak cinsten değil. Gönül rahatlığı ile, etkileşimlerden bağımsız aşağı kaydırabilirsiniz. Kaldı ki ben bu filmden sadece 2 sahne hakkında bir şeyler karalayacağım.

    Michael Mann, Al Pacino – The Insider, 1999

    Sarsılmaz prensiplere sahip ve dogmatik hakikat peşinde koşan iki azimli karakter. Ama birbirlerine hiç benzemiyorlar. Biri daha kozmopolit ve yırtık (Lowell Bergman – Al Pacino). Diğeri ise daha sağlamcı ve paranoyak (Jeffrey Wigand – Russell Crowe).

    Lowell Bergman bir röportajında (şuradan izlenebilir), Al Pacino’nun kendisinden biraz daha farklı ve kendince oynadığını nazikçe söylüyor ama Jeffrey Wigand’ı Russell Crowe’un neredeyse çok oturacak biçimde canlandırdığının altını çiziyor – ki Russell Crowe’un sadece Gladiator ile değil, bir yıl önce bu filmde ortaya koyduğu performans ile en iyi erkek oyuncu ödülünü aldığı düşünmek daha mantıklı geliyor kulağa.

    “Hakikat ne kadar büyükse, hasar da o kadar büyük olur.”

    Film, gerçek bir olayı anlatıyor. Yaşananların çok azı değiştirilmiş; büyük kısmı Michael Mann’in elinde dramatik bir tasarıma dönüşmüş. Ancak mesele, cilalı ve gerçek dışı bir “kahramanlık” hikâyesi sunmak değil. Hatta gerçekçi olmak gerekirse, post-modern dünyanın averaj sinema izleyicisi için hiç cazip bir paket yok. Al Pacino, Russell Crowe ve yanlarına Christopher Plummer, Bruce McGill, Michael Gambon gibi isimleri ekleseniz bile, The Insider, insanların çok merak edeceği bir konuya sahip değil.

    Mann’in derdi, gerçek dünyada yaşanmış bir olayın karakterlerinin içinden geçtiği psikolojiyi size en çıplak hâliyle hissettirmek. Dert eden, derinleştiren bir sinematografiyle… Ve bütün bunların merkezinde, filmde geçen o replikte söylendiği gibi, “sıra dışı bir baskı altında kalan sıradan insanlar” var.

    İşte biraz önce yukarıda bahsettiğim ve aşağıda paylaşacağım 2 sahne için –eğer- izlerseniz– bağlam dışı kalmamanız için bu detaylar önemliydi.


    Eşik Noktasında Son Kararı Alma

    İç dünyasında parçalanmış, tehditlerle kuşatılmış, garantici ve kuşkucu bir zihnin, kendiyle verdiği bir mücadele… Bir karar almaya dair, hayatımda izlediğim en iyi film sahnesi budur diyebilirim rahatlıkla.

    Wigand burada, büyük bir ahlaki savaşın ağırlığını taşımaya çalışır ama en çok da bunun kişisel hayatına etkilerini kestiremez. Geleceğini göremez ve kaygı içinde hapsolur. “Ne yapacağımı bilmiyorum” der ve Bergman’ın da yanından ayrılarak izole olacağı bir konuma doğru yalnız başına yürür.

    O esnada mahkeme salonuna doğru giden avukatı Ron Motley’nin dik ve hızlı adımları, Wigand’ın sessiz, ağır ve kederli yürüyüşüyle keskin bir kontrast oluşturur. Mahkeme salonu dışındaki medyanın Motley’e yönelttiği kaotik bağırışların çarpışması, Wigand’ın kararının ağırlığını işitsel olarak da hissettirir. Mann burada, sesleri bile bir karakter gibi kullanır.

    Wigand ise eşiktedir.

    “Hangi kritere göre karar vereceğimi bilmiyorum” der. Sonra Bergman ona şöyle der: “Belki işler değişmiştir?”.

    Wigand, hatırlar. Evet, işler çoktan değişmiştir. Hem de hep öyledir aslında. Kendi kırılgan şemalarını aşarak verdiği varoluşsal bir onayın bir tasviri için, onu bir adım arkasından görmeye devam ederiz ama bu kez kameranın yeri değişir.

    İşte tam o esnada Gustavo Santaolalla’dan Iguazu’yu duymaya başlarız.

    Wigand için sadece iki yol vardır. Önce sağ tarafına, sonsuzluğa ve okyanusun ufkuna bakar.

    Sonra kamera sol tarafa döner. Wigand, kararını bekleyen kolluk kuvvetlerini görür.

    Ve kararını alır:

    Eğer filmi izlerseniz, bu sahnenin hemen devamında, Bruce McGill’in mahkeme salonundaki muhteşem performansını kaçırmamanızı dilerim.


    Oteldeki Ruhsal Erime

    Yine filmdeki bir replik ile ifade ile, “milyonlarca insana bir şey söylediğinizde, hiçbir şey eskisi gibi olmaz“. Ve bazen bir yerlerde hakkınızda kararlar alınır. Alınan kararları sadece uzaktan izlersiniz.

    Siz orada yoksunuzdur.

    Filmin en ağır, en çıplak anlarından biri, hakkında bahsedeceğim bu ikinci sahne. Mann ve Spinotti, burada Wigand’ı otel odasında içine düştüğü bir kaygı krizi içinde bize gösterir.

    Mann’in asıl başarısı, bu kırılma anını ne bir rüya ne de bir flashback gibi taktikle ele almaması. Bunun yerine Wigand’ın zihninin çöküşünü, doğrudan, katıksız bir şekilde görselleştirir.

    Kamera ona çok yakın durur, Seğirmelerini görür, sıkışmışlığını yakından hissederiz.

    Geniş açıya geçildiğinde bile Wigand hâlâ çerçevenin köşesindedir. Yalnızlık ve çaresizlik bu kadrajlarla görselleşir – ki bu film çoğunlukla Wigand’ın “paranoyak bilinci” üzerinden filtrelenir.

    Çoğu sahnede gördüğümüz el kamerasının hafif sallantısı, her adımda onun zihinsel dengesizliği hakkındadır. Kamera, yalnızca kaydeden değil, karakterin zihnine sızan bir organizmadır.

    En büyük savaşında, tüm zarları attığında bazen galip gelmezsin, kırılırsın. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlarsın.

    İşte bu sahnede Wigand’ın eriyen zihninin içine gireriz. Erişilemez bir konumda, izoledir.

    Bergman ona telefonla ulaşmaya çalışır. Kapkara bulutların yaklaşan fırtınayı müjdelediği(!) bir sahilde, ona ulaşmak için denizin içine girebildiği kadar girer. Uzaktan ona erişmek ister.

    Ve sonunda ona ulaşır:


    The Insider, aslında birbirini hiç tanımayan insanların, en kırılgan anlarında birbirine güvenmesiyle ilgileniyor. Ve bu güven kahramanlıkla değil, kırılganlıkla, şüpheyle, kaygıyla ve hatta bazen çöküşle şekilleniyor.


    Şimdi anlıyorum ki, başlangıçta karanlık bir kumaşın arasından sızan belirsiz ışığı görüp, filmin kapanışındaysa Massive Attack’tan “Safe From Harm”ı duymamızın sebebi bu.

    Ancak riskin içinde nefes alan, değerini zararın gölgesinde var eden ve çoğu zaman farkına varamadığımız güven hakkında, ironik bir kapanış.

    The End.

  • İnsanın Şiddeti, Şiddetin İnsanı, Sanatın Fetişi ve Fetişin Sanatı

    Sakat kalanlar ve tecavüze uğrayan kadınlar. Ağaca asılmış kurbanlar. Kanları akıtılmış ve kafaları kesilmiş vücutlar. Bedenlerden fışkıran iç organlar.

    Umutsuz, rafine şiddetin tasvir dili için, grafik olarak düz, siyah ve beyazın veya katı kırmızının keskin karşıtlıklarıyla işlenmiş figür seçimi ise son derece homojen.

    Karakter ve bireysel temsil yok. Sadece pür-i pak bir şiddet tasviri. Rahatsız edici ama, öte yandan da, estetik?

    Heathens, 2014

    Kaotik ve şiddet dolu işleriyle, çağdaş toplumun değişken mimarisi içinde iktidar ve boyun eğme mücadelesi veren figürleri çarpışma halinde gösteren Cleon Peterson‘ın işlerini, kaçınılmaz olarak beğeniyorum aslında.

    Burada onun harika olduğunu düşündüğüm birkaç işine de zevkle yer vereceğim, ki bence övgüleri sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum.

    Fakat bir problem var ki, bu işleri incelerken sorgulamadan edemedim ve bu, tasvirin biçimine has bir mevzu da değil sadece. Ama bunu, bilerek en sona saklayacağım. Kitabın ortasından konuşmak için erken bence.

    Şimdilik, “pekâlâ”.

    It’s Hard To Know The Devil When His Hand Is On Your Shoulder, 2019
    The Weak and the Powerful, 2014
    The Dark Rider, 2014

    Peterson’ın kanvasında gördüğümüz Miken ve Grek figürleri andıran, ters ve negatif çizgilerle boşluktan yontulmuş insan vahşetinin arketipleri, içimizdeki ilkel bir güdüye sesleniyor:

    Ne olursa olsun sahiplenmek. Ucu nereye dokunursa dokunsun sahip olmak. Gerekirse zorla, gerekirse kavgayla, gerekirse kan dökerek, gerekirse öldürerek.

    The Shadow Of Men, 2018

    Bu mevzu, kozmik bir katastrofinin gezegene kötü bir şakası olan türümüz için mühim bir mesele: Toprağı sahipleniriz. Evi sahipleniriz. Mülkü sahipleniriz.

    Biz öyle çok sahipleniriz ki, sadece yarım saat oturacağımız bir bank bile bizimdir, ki bu cümlenin devamında “gücü sahipleniriz” dememe gerek bırakmaz bu halimiz.

    Öldürdüğümüz için hayatta kalmadık ama hayatta kalmak için bolca öldürdük. Tabii ki bilincimiz bize öldürmenin kötü bir şey olduğunu düşündürtecek kadar ilerleyecekti. Ama milyonlarca yıllık gen havuzumuzu taçlandırmak adına, bir hayata son vermek, ya da ona haksızca hükmetmek bize hala hiç yabancı değil.

    Peterson, işte bu karanlık ve acımasız sahiplenme dürtüsünün anatomisi ile ilgileniyor. Yani onun için şiddet, estetik bir unsur değil; yüzleşilmesi gereken bir gerçeklik. Eserleri de altta akan irini göstermek için bir neşter gibi.


    Duvar resmi, Polonya, 2014

    “Eğer son derece kötü insanlar benim eşyalarımı satın alsaydı, mesela tüm sanat eserlerimi uyuşturucu kartellerini yöneten insanlara satabilseydim, bu iyi olurdu.” – Cleon Peterson

    Between the Sun & Moon, 2023

    Peterson, doğru veya yanlış, iyi veya kötü gibi basit sorularla ilgilenmiyor artık. 2010’ların başındaki işlerinde yer alan üniformalı temsillere, son işlerinde pek rastlanmıyoruz.

    Çünkü ona göre bu pozisyonlar konu dışı. Baskı ve mağduriyet üzerine tarafsız, hatta ahlaki açıdan mesafeli bir noktada durmaya çalışarak (?), nadiren ve belki kaçınılmaz olarak çizdiği kadın figürleri bir kenara koyarsak (ki bir kenara konulacak gibi değil ama), Peterson’ın işlerinde iki taraf da birbirinin yerine geçebilir.

    Yani siyah, kolayca beyaz olabilir, beyaz da siyah. Ortada sabit bir ideolojik değer yok.

    “Ben dünyayı değiştirmek gibi bir misyonun peşinde değilim. Gerçek şu ki, iyilikseverleri pek sevmem… Ben sadece gördüğümü resmediyorum.” – Cleon Peterson

    Zaten kendisi de meşhur Stanford Hapishane Deneyi’nden ve Jung’un “gölge” kavramından (yani bilinçli egomuzun karanlık, mantıksız tarafı) çok etkilendiğini söylüyor.

    To Create & Destroy, 2023

    İşte böyle olunca, mağduriyet ve zorbalığın döngüsel doğası kendine bir temel buluyor. Hepimiz, doğru ya da yanlış koşullar altında, içimizdeki şiddet, ahlaksızlık ve yozlaşma kapasitesiyle yüzleşmek zorundayız ne de olsa.


    “Pekâlâ” dediğim yerden devam edecek olursam, tüm bu “gösteriye” orta parmaklarımı nazikçe göstermek istiyorum.

    Eğer Peterson’ın resmettiği iktidar ve boyun eğme mücadelesi kasıtlı olarak duygusal veya etik bir derinlikten yoksun bırakıldıysa ve biz de bunun yerine sürekli tekrarlanan bir çatışma döngüsü görüyorsak, mevzu bahis tüm bu işler, şiddeti bağlamından koparıp evrensel ve zamansız bir “gösteriye” dönüştürmüyor mu?

    Ne kadar rahatsız edici olsa da, nihayetinde sanat galerilerinde ve dijital platformlarda tüketilen bir imaja dönüşmüş, paketlenmiş bir şiddetten bahsediyoruz.

    Şiddet. Saf ve formüle edilmiş bir estetik nesne olarak şiddet. Yukarı kaydırıp linkten ulaşabileceğin uzaklıkta hem de.

    Üstelik dilerseniz, kolunuza takabilir ve üstüne oturabilirsiniz ¯_(ツ)_/¯

    Her ne kadar Peterson kendini “ben bir salt gözlemciyim” diye konumlandırmış ve etliye sütlüye dokunmadan aradan çekilmiş olsa da, tüm bu “fiyakalı “kimlikler üstü fiyakalı pozisyonlanma”, yani “benim eserlerimi kötü insanlar satın alsa mutlu olurum” gibi pozlar, samimiyetsiz ve çiğ.

    Çünkü “gösteri”, şekil A’da görebileceğimiz gibi, gerçekliğin yerine kendini koyarken, imgeleri de kendine fayda sağlayacak biçimde işliyor. Debord’un çarsaf çarsaf anlattığı Gösteri Toplumu denilen mekanizma, işte tam da böyle çalışıyor. Gösteri, izleyiciyi şiddetin bir “gösterisini” izlemeye davet etmek yerine, seyirciyi sistemin konfor alanı içinde tutarak eleştiriyi metalaştırıyor.

    Yanılanlar için peşinen söyleyeyim, sanatçının para kazanması ile ilgili derdim yok. Ama tüm bu kabul satın alınabilir figüratif şiddet anlatısının, sıradan olamayacak kadar manidar bir katamaran takımının yelkeninde “işbirliği” diye yelken açmasını görünce (Instagram hesabında profiline sabitlediği gönderiye bakınız) orta parmaklarımı biraz daha yükseltiyorum havaya doğru.

    Hafif de sallayarak hem de.


    Eh, tabii buraya kadar okuduysanız eliniz boş gitsin istemem.

    Eğer şiddetle ilgili, çarpıcı ve sizi derinden düşündürtecek bir şeyler arıyorsanız (ve aradığınız sadece sanatsal açıdan tasvir değilse) ilk etapta Romain Gavras’ın Justice için çektiği “Stress” ve M.I.A. için çektiği “Born Free” kliplerini önerebilirim. Akabinde cüret edip, şu iki belgesele de zaman içinde vakit ayırabilirsiniz (sağlınız için araya uzun vadeler koymanızı önererek): Endonezya’daki katliamların faillerinin, suçlarını sinematik sahnelerde yeniden canlandırmasını konu alan, son derece rahatsız edici ve benzersiz bir yapım olan, 2012 yapımı “The Act of Killing” ve Sri Lanka İç Savaşı’nın son aşamalarındaki savaş suçlarını sarsıcı, gerçek görüntülerle gözler önüne seren, izlemesi zor ama oldukça önemli bir belgesel olan 2013 yapımı “No Fire Zone“.


    Yakında görüşmek üzere.

  • Psikogerçekçilik ve Bir Düşüşün Anatomisi: ‘Ryan’

    Tükenmek zordur. Ama tükenmenin başından dibine inmekten bahsetmiyorum. O işin kolay kısmı. Tükenecek kadar dolduğunu unutmak da değil tek zor olan. Bence tükenmeye dair en zor şey, tükenebilecek kadar dolu olmak.

    Tükenenler genelde bunu unutur.


    Hakkında Türkçe olarak pek bir şey bulamadığım, ama bence dilimizden de ufak bir selamı hak eden, Ryan Larkin ve onu anlatan olağanüstü bir kısa film olan “Ryan” hakkında bir şeyler karalayacağım.

    Larkin bir animatör, sanatçı ve heykeltıraştı.

    Algı ve gerçek arasında arafta kalmış ve defalarca sınır dışı edilmiş birisi olarak, olağanüstü bir yeteneğe sahipti.

    2007 Oscar Ödülleri’nde en iyi animasyon seçilen “Ryan” filminin konusu da kendisiydi. Benim de kendisini keşfetmem bu kısa film sayesinde, tesadüfen oldu.

    Ryan”, Cannes Film Festivali, San Francisco Uluslararası Film Festivali ve Dünya Kısa Film Festivali gibi birçok film festivalinde gösterildi ve 2004 En İyi Animasyon Kısa Film Oscar’ı ve 25. Genie Ödülleri’nde En İyi Animasyon Kısa Film dahil olmak üzere 60’tan fazla ödül kazandı. Animasyona getirdiği eşsiz bakış açısı için harika bir eser olarak görülür.

    Mütevazi bir ailenin ortanca çocuğu olarak 1963’te Kanada’da doğan Larkin’in hayatında ilk önemli kırılma, o henüz on beş yaşındayken olmuş. İdolü olarak gördüğü abisini o yanındayken bir tekne kazasında kaybetmesi ve yüzme bilmediği için ölümü hakkında kendini suçlaması hayatında kalıcı bir etki bırakmış.

    Daha sonra Larkin’in yolu, Montreal Güzel Sanatlar Müzesi Okulu ile yolu kesişmiş. Orada efsanevi bir isimden, Norman McLaren’dan animasyon teknikleri öğrenmiş (Bu link için gözleriniz sonra bana teşekkür edecek).

    Yeteneğini yıllar içinde katlayan Larkin, özgün işler ortaya koymaya başlamış. Yıllar 1970’i gösterdiğinde, o çok bilinen eseri “Walking”, Oscar Ödülleri’nde en iyi animasyona aday gösterilmiş ve birçok önemli ödül kazanmış. 1972’de yine birçok ödül kazanan Street Musique’i ortaya koymuş ve sadece bu iki eserle bile bir efsane haline gelmiş o günlerde.

    Larkin, eserlerinde insan hareketini olağanüstü anlama ve kopyalama yeteneğiyle biliniyordu. Rotoscoping, yani canlı çekim görüntülerin üzerine kare kare çizim yaparak veya bu görüntüleri takip ederek animasyon oluşturma süreci yerine, çalışmalarını mükemmelleştirmek için kendi kendine çalışmaya ve referanslara güveniyordu. Ez cümle, eşsiz bir gözü vardı. Ayrıca karakalem, mürekkep ve renkli yıkama gibi teknikleri, saykodelik bakış açısı ile karıştırıyor ve ortaya acayip özgün işler çıkarıyordu.

    Yeri gelmişken, Walking’e ve Street Musique’e göz atmak isteyenler için dev hizmet:

    Ama hayat Larkin için sürekli yükselişte geçmemiş. Aksine, sonsuz bir uçurumdan yuvarlanır gibi iyice dibe doğru gitmiş.

    1970’lerde, başarısıyla ve daha fazla eser geliştirme baskısıyla baş edemeyince, yaratıcılığında yaşadığı tıkanıklık krizinden kaçmak için alkol ve kokaine düşmüş. 1978’de parasız kalmış ve işini kaybetmiş. Sonraki on yıl boyunca ticari animatör ve ressam olarak çalışmış ama, 1980’lerin sonlarına doğru Montreal sokakları onun yeni evi olmuş.

    Ozymandias gibi unutulmuş Larkin. Kimse onu hatırlamaz olmuş.

    Ta ki, 2000 yılına kadar.

    Felicity Fanjoy & Ryan Larkin 1969
    Felicity Fanjoy ve Ryan Larkin – 1969

    Larkin’in hayatına yeniden dokunan ilk isim, Kanadalı bir yazar olan Chris Robinson olmuş. Robinson, Ottawa Uluslarası Animasyon Festivali’nin direktörü olan arkadaşı Lesya Fesiak’tan Larkin’in kim olduğunu öğrenmiş.

    Robinson, sokaklarda alkol ve uyuşturucu için dilenen bu sıradışı yetenek ile tanışmak istemiş. Şehrin işlek caddelerinde dilencileri bulmak çok da zor olmasa gerek, Larkin’i sonunda bulmuşlar. Ona yakındaki bir barda akşam yemeği ikram etmişler ve Larkin onlara hayat hikayesini anlatmış. Robinson bu hikayeyi “komik ve yürek burkan, acınası ve ilham verici” bulduğunu söylemiş.

    Ardından, Ottawa Uluslarası Animasyon Festivali’nin seçici kurul komitesindeki boşalan bir koltuk için Larkin akıllarına gelmiş ve onu kurula dahil etmişler. Ryan’ı yönetecek olan Chris Landreth ile işte burada tanışmış Larkin.

    Chris Landreth, Ryan hakkında verdiği bir röportajda şöyle anlatıyor: “İlk başta Ryan kopuktu. Son 20 yılını sokakta insanlarla takılarak geçirmişti. Ama ilerleyen günlerde içinde bir yerlerde animatörlerle olmanın ne demek olduğunu hatırladı ve adeta canlandı. Son gün, komite film seçimini tamamladıktan sonra, herkes kendi filmlerini gösterdi. Ryan en son gösterendi. ‘Walking’ ve üç-dört başka kısa film sundu. Ağzımız açık kaldı. Olağanüstü bir yaratıcılıkla dolu, ruhu olan kısa filmler yapan bir animatördü. Ona baktım ve düşündüm: Nasıl oldu da bu hale geldi? İşte her şey orada başladı.”

    Bu olaydan 4 yıl sonra, Landreth, Ryan Larkin’in hayatına dayanan animasyon belgeseli Ryan’ı tamamlamış.

    İzlerseniz anlayacaksınız, tarif edilmesi zor ve ayrıksı bir içsel tarzın ürünü “Ryan”. Acıyı, deliliği, korkuyu, merhameti, utancı ve yaratıcılığı doğrudan görebiliyoruz.

    Karakterlerin çarpıtılmış ve bozulmuş görünümleri, kendi konusuna yaklaşımına ilişkin çok samimi bir bakış açısı bence. Subjektif perspektif için görebileceğiniz en iyi örneklerden biri olabilir. En azından benim için böyle.

    “Landreth bu konuda bir söyleşide şöyle demiş: Asıl ilgimi çeken şey, CGI’da fotogerçekçiliğe ulaşmak değil; fotogerçekçiliğin unsurlarını, inanılmaz derecede karmaşık, kaotik, sıradan ama her zaman çelişkili olan insani doğayı ortaya koymak için kullanmak. Ben buna ‘psikogerçekçilik’ diyorum.”

    Ekspresyonist ve sürrealist birçok ismi, bu açıdan bakacak olursak gayet de “psikogerçekçi” gibi bir ortak kümeye alabiliriz. Benim için gayet uygun. İşte Landreth, karakterlerin geliştirilmesi için bu kesişim kümesinden ilham almış. Projeyi incelerken Landreth’in ilham noktalarını bulduğumda, ‘Ryan’ kafamda tam olarak ‘cuk oturdu’.

    Pearblossom Hghway, David Hockney
    Femme Nue Accroupie II, Pablo Picasso, 1959
    Self-Portrait, Ivan Albright, 1934
    Three Studies of Isabel Rawsthorne, Francis Bacon, 1965
    Study for a Self Portrait -Triptych, 1985-86 by Francis Bacon
    Study for a Self Portrait – Triptych, Francis Bacon, 1986

    Landreth, röportajlar sırasında Chris ve Ryan’ın eskizlerini çizmiş ve filmde yer alacak 3D temsillerin temelini oluşturmuş. Filmdeki diğer iki ana karakter (Larkin’in yakın arkadaşı ve yapımcısı Derek Lamb ve eski eşi Felicity Fanjoy) için modellerde ise Larkin’in çizimleri baz alınmış. Landreth bu tercihini şöyle açıklamış: “Chris ve Ryan’ın fotogerçekçiliği benim psikogerçekçi algıma göre yorumlandı ama Derek ve Felicity’yi Ryan’ın onları nasıl gördüğü biçimde yansıtmak istedim. Bunun en iyi yolu onun çizimlerini kullanmaktı. Bu yüzden onun eskiz desenlerini alıp Derek ve Felicity’nin 3D modellerine kapladık, filmde gördüğünüz bu çizimsi görünümü verdik.”

    Ryan’da karakterlerden çıkan eğrilerin ve kordonların fiziksel modellenmesi için bir algoritma geliştirilmiş. Yani öylesine desenler değil bunlar. Belli bir matematik ile çalışıyor, ki bence bu da projeye ekstra bir disiplin getiriyor.

    Toplamda prodüksiyon 18 ay sürmüş. Üç kişilik profesyonel ekip (Landreth, bir CG süpervizörü ve ışık/render/kompozit uzmanı) projeye başlamış. Konu Ryan Larkin olunca projeye destek veren Seneca College’dan dört animatör, bir doku sanatçısı, bir karakter modelleyici ve 20 gönüllü ile tamamlanmış.

    Ve işte bu kadar bahsettiğim o animasyon (kafanızda ne kurdunuz bilmiyorum artık), şu harikalıkta ortaya çıkmış:


    ‘Ryan’ yazının başında da bahsettiğim gibi birçok ödül kazanmış. Bu popülerliğin etkisiyle Larkin yeniden ünlenmiş ve animasyon yapması için teklifler almaya başlamış.

    Montreal sokaklarında dilencilik yapmasını konu alan “Spare Change” adındaki animasyon film üzerinde çalışmaya başlamış ve MTV Canada için birkaç bumper hazırlamış. Bir röportajında ise, alkol de dahil olmak üzere kötü alışkanlıklarından uzaklaştığını ve animasyona tekrar odaklandığını söylemiş.

    Ama önce akciğerine, sonra da beynine sıçrayan bir tümörden ötürü, 2007’de yaşamını yitirmiş.

    Ölmeden önce üzerinde çalıştığı Spare Change ise 1 yıl sonra, 2008’de yayınlanmış:

    Yönetmen Chris Landreth ise, birçok uzun metrajlı film teklifleri almasına rağmen, kısa animasyon filmleri üretmeye devam etmeyi tercih etmiş.

    Chris Landreth

    Ölmeyen bir yaratıcılığın ölümü üzerine olan hikaye genel olarak bu şekilde.

    Tükenmek ile ilgili en kötü olasılık, kaybolmak olabilir. Kaybolan birini bulmak ise, işte o çok insani bir şey ki, bu hikayedeki bu detayı seviyorum ben.

  • Kirpiler Yüzebilir

    Evet, kirpiler yüzebilir. Aslında pek çok kirpi türü, eğer şartlar elverirse, suya girdiklerinde ayaklarını çırparak ilerleyebilir ve vücut yapılarına göre su üzerinde kalabilirler.

    Ama bu demek olmuyor ki her kirpi yüzmeyi sevmekte. Ayakları yere değmediğinde kirpiler de panikleyebilirler. Yorulduklarında ise boğulabilirler.

    Tabii ki bu yazı, kirpilerin amfibik davranışları üzerine değil. Ama kirpilerin yüzüp yüzememesi de konumuz ile ilgiliydi, ona biraz değinmek istedim.

    1975’te Sovyetler Birliği’nde Sergei Kozlov’un senaryosunu yazıp Yuri Norstein‘ın çektiği, Francheska Yarbusova’nın görselleştirdiği, içi alegorik anlatımla desenlenmiş, dillere destan stop motion animasyon “Sisteki Kirpi” (Hedgehog in the Fog) hakkında birkaç şey karalamak istedim.

    “Sisteki Kirpi”, gelmiş geçmiş en iyi animasyon kısa filmlerinden biri. Öyle ki, 2003 Laputa Animasyon Festivali’nde dünyanın dört bir yanından 140 animatörün oylarıyla tüm zamanların en iyi animasyonu seçilmesi ve Hayao Miyazaki’nin ilham kaynaklarından biri olduğunu söylemesi boşuna değil (Bu arada, Miyazaki’nin Sovyet animasyonlarını esin kaynağı alması üzerine şurada harika bir yazı var, linkten gidilebilir).

    10dk’lık filmin ses tasarımı ve müziği çok dengeli. Karakter ve çevre tasarımı çok özgün. Stop-motion ile geleneksel çizim tekniklerini birleştiren sis efektini elde etmek için sahnelerin üzerine çok ince bir kâğıt tabakası yerleştirilmiş. Bu kâğıt, her karede yavaşça yukarı kaldırılarak arka planın giderek silikleşmesi sağlanmış. Bu el emeği yöntem, filme loş, melankolik ve neredeyse rüya benzeri bir atmosfer katmış.

    Sisteki Kirpi, bir çocuk animasyonu olamayacak kadar melankolik ve karanlık, yetişkinlerin çoğunun anlayamayacağı kadar da ‘gömülü‘ (1970’lerin Sovyetler Birliği’nde dışa kapalı bir otoriter rejim altında farklı düşünceleri insanlara aktarmanın yollarından biri de, sadece çocuklara göre tasarlanan içeriklere sızmak ve oradan bir ses duyurmaya çalışmaktı). Bir Rus masalından esinlenerek yazılmış senaryosu, içinde yorumlara çok açık bir alegori barındırıyor.

    Kirpi, her akşam olduğu gibi en yakın arkadaşı olan Ayı ile birlikte çay içmek ve yıldızları izlemek üzere yola çıkar. Yanında marmelatlı reçeli ve bir kavanoz da götürmektedir. Ancak bu akşam farklıdır: yol boyunca sis çökmüştür. Sisin içinde sesler ve hayvanlar ve gizemli figürler belirmeye başlar. Özellikle bir beyaz at, kirpinin ilgisini çeker: “O at sisin içinde boğulmadan nefes alabiliyor mu acaba?” der. Ardından karanlık, bilinmezlik ve yalnızlık duygusu belirginleşir. Ancak sonunda bir şekilde tekrar nehrin karşısına geçmeyi başarır ve arkadaşına ulaşır.

    Bir başka açıdan bakarsak, Kirpi’nin sıradan bir gece yürüyüşü, bir anda varoluşsal bir keşfe dönüşür. Sis, hayatın bilinmezliği; at, idealize edilmiş bir güzellik ya da ölüm; nehir, yaşamla ölüm arasındaki sınır olabilir. Ayı, aidiyet ve güven ihtiyacımız olabilir. Yani hikaye, insanın çocukluktan yetişkinliğe geçişi gibi de okunabilir.

    Bana göre Kirpi’nin nehirden geçerken, onu sırtında taşıyan dev kedi balığını¿ görmemesi de, karşı yakaya geçişinin bilinçli kontrolünün dışında olmasına dair çok güzel bir detay – ki benzer bir göndermeyi yıllar sonra Flow’da görmek çok hoşuma gitmişti.

    Ya da belki sadece sisin içinde kısa süreliğine kaybolup sonra en yakın dostuna kavuşan bir kirpiyi anlatan güzel bir çocuk hikâyesidir Sisteki Kirpi.

    Ama eğer öyleyse bile, şu dizeler ile başlayan Dante’nin Inferno’suna selam çakıyor olması harika bir rastlantı:

    “Ömrümüzün orta yerinde,
    Karanlık bir ormanda buldum kendimi,
    Doğru yoldan sapmıştım…”

    Bu yazıyı yazmama sebep olan bahçedeki kirpi ise, ben tam da ben yazının sonuna gelirken hışırtılar içinde evine doğru gidiyor. Kapanışı onunla birlikte yaptık.

    Görüşmek üzere.

  • Sallanan Kafalar, Düdüklü Tencereler ve Yarım Arkadaşlıklar

    Arşivimde güzel bir yeri olan 3 kısa animasyon filmi paylaşmak istedim bugün: Vésuves, Maman ve Les chiens isolés.

    Üstelik hiç de taze değiller, her biri aşağı yukarı 10 yıllık işler. Ama arada dönüp bunlara bakarım ve çok detaylı olmalarını, bana yeni sorular sordurabilmelerini severim.

    Kim yapmış bunları derseniz, Paris’teki ünlü görsel iletişim ve animasyon okulu Gobelins’te (okunuşu “Go-blan” gibi düşünebilirsiniz) tanışan Kevin Manach ve Ugo Bienvenu’dür cevap. Bu ikilinin ortaya koydukları işler; çizgi dili, gölgelendirmeleri ve renk paletleriyle zaten etkileyici. Ancak asıl vurucu güçleri gerçekçilik ile gerçeküstücülük arasında kurdukları dengeli anlatım bence. Mevzu bahis ikilimiz bu öğrenci işlerinden sonra profesyonel anlamda hem duo hem de solo olarak da yaratım süreçlerine devam ediyorlar.

    Daha da fazla uzatmadan, tuhaf ama sahici dünyalara kalıcı hasar garantili geçiş isteyenleri aşağıdaki pasaja almak isterim:


    Vésuves

    İki adam bir kadına bakıyor. Biri onu istiyor, diğeri kullanıyor.

    Bu animasyonun sadece 2dk sürmesi, ama adındaki göndermeye selam çakarak yanardağ gibi patlamaya hazır bir gerilime sahip olması pek âlâ. İzledikten sonra sizi soru girdaplarına götürebilir.

    Pencere temizleyicisi, faltaşı gibi açılmış gözleriyle dış dünyadan bakar. İçeriye giremez. Sadece bakabilir.

    Kadın ise içeride. Evinde. Kısa bir süreliğine de olsa, yattığı yerden boş bir kitabı tersten de okusa, o anlar içinde kendi olur.

    Ardından diğer adam gelir. Kadının belki kocası, belki sevgilisi? Kadın kendini unuttuğu yerden tutsaklığına geri döner. Adam fark eder, telefonu kapatır. Dış dünyayı meşgule alır. Perde ise açıktır. Sahiplenmenin soğuk mührü olarak kadını öper. Ne de olsa o bir obje bile değil, bir bölgedir.

    Peki kadın, neden sallanır?


    Maman

    “Baba ütü yapar, çocuk etrafı toplar, anne tükenir.”

    İkilinin bir diğer işi için bu sefer bir banliyöye ya da kırsala ışınlanalım:

    Maman’da bağırmaktan sesi kısılmış bir anne günün başladığını bize müjdelerken(!), ocaktaki düdüklü tencere mutlu aile tablosunun olmazsa olmazıdır. Ambiyansın kalbi olarak evi domine eder. Duvara ütü vuran baba ile tükenişe yakın annenin seslerini, çocuğun duymama şansı yoktur. Ama henüz o bir çocuktur ve bunları farkında olmadan içine çekmesine rağmen kayıtsızca ve masumca oyun oynar.


    Les chiens isolés

    “Bir petrol platformunda, iki işçi arasındaki dostluk hikayesi, onlardan birinin paranoyaklığı yüzünden sekteye uğrar.”

    Gelelim İzole Köpekler’e. Vésuves’ü çok sevsem de sanırım ikilinin en sevdiğim işi bu benim için. Yine harika bir renk paleti var elimizde. Karakterler sıradan ama tanıdık.

    André’nin küçücük dünyası güven üzerine kurulu. Bu yüzden odasına astığı atkıda “Güç – Gurur – Sadakat” yazar. En zayıf olduğu yönlerini örtbas etmek için sarıldığı bu kavramlar, kendisiyle ve dünya ile giriştiği savaşlardaki tek kalkanıdır.

    Ama hayat herkes için aynı anda akmaz. Julien’in izolasyondan çıkma şansı André için bir ihanettir ve onun kafasına saplanan bir bıçaktır.

    Çünkü “yarım bir arkadaş, yarım bir haindir.

    Ve sonra işler çığırından çıkar.


    Manach ve Ugo Bienvenu’nün işleri sevdim ben derseniz şayet, yaptığı birkaç güzel işi de şuraya iliştiriyorum.

    Eliniz boş uğurlamak istemedim sizleri. Yeniden gelirsiniz.