Gel, birlikte bir tabloya bir bakalım. Bu sorunun cevabını sonra düşünürüz.

Ön planda kurumuş otların kapladığı, dalgalı bir arazi. Ortasında yere uzanmış, genç bir kadın. Yüzünü göremiyoruz. Baktığı yer, muhtemelen, uzaktaki ve ufuk çizgisindeki o eve doğru. Ama sanki bir taraftan da ahıra bakıyor gibi? Tam olarak emin olmak zor. Gerçi, olmamız da gerekmiyor. Buradaki mevzu, o yerin, o gidilmek istenen yerin, yani evin, ulaşılması güç bir mesafeye olan denkliği.
Tek tek çizilen otlar, pembe elbisedeki kırışıklıkar ve gölgeler, genç kadının saçlarının dağılışı fotoğraf gibi ama daha soğuk. Gerçekçiliği neredeyse sert.



Bu yaratılan kompozisyon bilinçli bir tercih: Genç kadın sol alt köşede. Ev sağ üstte. Bu iki nokta arasında gözümüzü yukarı çeken bir diyagonal çizgi var. Kadının gövdesi, otların eğimi, ufuk çizgisi bu hareketi destekliyor. Gözümüz, ister istemez ilk olarak o pembe elbiseli kadına, sonra da onun baktığı yere, yani o eve varıyor. Evi gördükten sonra, tepenin kıvrımıyla ahıra, oradan ot sınırına ve tekrar kadına bakıyoruz.

Bunun ardından anlıyoruz ki, perspektif kasten düşük tutulmuş. Görmeye aday bakanlar olarak biz, neredeyse yerde, kadının arkasındayız. Bu açı hem bizi kadınla aynı seviyeye indiriyor hem de alanı genişletiyor. Bu genişleyen alan bizi çevreliyor ve pembe elbiseli kadın ile beraber duymamızı ironik bulduğum bir “yalnızlık” paylaşıyoruz.
Bana kalırsa, eserin ilk görüşte yarattığı bu his ortaklığı çok kıymetli. Ama bu duygusal yankı, tabloya biraz daha detaylı baktığımızda daha da derinleşecek ve başka şeyler de fark edilecek.
“Çalıştım, çalıştım, çalıştım… O tarlanın şişkinliğini yakalayana kadar sadece araziye odaklandım. Bu, bir ev inşa edip sonra içinde yaşamak gibiydi. O zemini onun için kurdum. Ve onu yerleştirdiğimde, o solmuş ıstakoz kabuğu pembesi tam yerini buldu.” – Andrew Wyeth
Sürekli hastalıklarla geçen bir çocukluğun ardından, içine kapanık ama resim yapmaya yatkın bir genç olan Andrew, babası Newell Convers Wyeth gibi iyi bir sanatçı olacağının işaretlerini yirmili yaşlarının başında vermeye başlar. Ölü bir martıyı resmettiği suluboya bir işi, bir sergide alıcı bulur (nasıl bulmasın).


Andrew ve onun 70 yıldan uzun süre hayat arkadaşı ve en büyük ilham kaynağı olacak olan Betsy, ailelerinin yazlarını geçirdiği Maine, Bird Point’te 1939’da tanışmışlar. Yakınlarında yaşayan çiftçi komşuları Alvaro Olson’un çocuk felci nedeniyle kısmen felçli olan kardeşi Christina, Andrew ile Betsy’yi tanıştıran kişiymiş.
İlginçtir ki, bu ilk karşılaşmada Andrew Wyeth üzerinde en büyük etkiyi bırakan kişi Christina değil, rüzgâra, yağmura direnen üç katlı, dik çatılı, deniz kıyısındaki bir çıkıntıda inşa edilmiş olan evleri olmuş.
Yani Christina’s World’de gördüğümüz o ev.
Zamanla Andrew ve Christina iyi dost olmuşlar. Christina, Wyeth’in birçok eserinde yer almış: Christina Olson” (1947), “Miss Olson” (1952) ve “Anna Christina” (1967) . Hatta Christina, Wyeth’in çiftlik evlerindeki bir odayı atölyeye çevirmesine bile izin vermiş.


Christina tarafından tanıştırıldıktan sonra Andrew, Betsy’yi ilk buluşmalarından birinde atölyesine götürmüş ve suluboya işlerini göstermiş. Betsy ise sonra, Andrew’ın daha önce yaptığı bir “egg-tempera” (çok hızlı kuruması ile hata affetmeyen bir boya tekniği) çalışmasını fark etmiş ve çok beğenmiş. Betsy’nin beğendiği o eser yıllar sonra “The Young Swede” olmuş.

Üzerinde solgun tonlarda, yüksek yakalı bir elbise içinde, başında, iki yanında serbestçe sarkan ipleriyle eski bir binici şapkası takmış; yanaklarında hafif bir pembelik, dudaklarında beliren bir gülümsemeyi asil bir gururla taşıyan bir kadın:

Andrew Wyeth’i yıllar sonra üne ulaştıran bu eseri olan “Maga’s Daughter” portresinde gördüğümüz kişi, Elizabeth “Maga” James’in kızı Betsy Merle James’ten, yani ona “egg-tempera’da ilerlemelisin” diyen müstakbel eşinden başkası değildi.
Wyeth, dönemin kaygılarını eserlerinde taşıdı. Yalnızlık, içe kapanma, ulaşılması güç hedefler… Gerçekçiliğini ise figüratif, detaycı hatta fotoğraf kadar sert eserler çıkararak korudu ve bu şekilde yoluna devam etti.


Ve yıl 1948’e geldiğinde, bir süredir üzerinde çalıştığı ve benim bu yazıyı yazmama vesile olan Christina’s World’ü tamamladı.



Çocuk felcinden muzdarip Christina, hayatı boyunca asla tekerlekli sandalye kullanmak istememiş ve kollarıyla sürünerek hareket etmiş. Wyeth bir gün, Christina’yı bahçede yine sürünürken görmüş ve o an, aklında bu sahne oluşmuş.
Özetle, bu reddediş, Wyeth’i etkilemiş.
Wyeth tabloda gövde, baş ve saçlar için eşi Betsy’yi, eller ve kollar için Christina’yı modellemiş. Tamamen Christina’yı modellememe sebebi ise, Christina’nın tüm hayatını göstermek istemesiymiş. Yani genç bir kadının bedeni ve saçları, ama yaşlılığını taşıyan elleri ve kolları ile, eve bakan, oraya gitmeye çalışan, çabalayan, kısıtlı ama özgür birini tek bir vücuda sığdırmış.
Christina’nın kollarındaki ince kaslar ve toprağı kavrayan yorgun parmaklar hem bu gerçekliği, hem de o bedendeki inadı, direnci ve mekâna bağlılığı yüceltir. Yani gördüğümüz şey belki mağduriyet, ama belki de daha çok kendine ait bir “dünya”nın sahibi olmakla ilgili. Bu ikilik, içimizde hem koruma dürtüsü hem de derin bir hayranlık uyandırabilir.
Yapıldığı zaman yankılar uyandırmayan, ama yıllar içinde değeri anlaşılan tablonun öyküsü, az çok bu şekilde.
Ve bence, ev, işte aşağı yukarı böyle bir şey. Gitmek istediğin, artık öyle olmadığında ayrılmak istediğin, doğuştan ya da kendi yarattığın ya da üzerine bindirilmiş yüklere, engellere rağmen her zaman yolunu bulmaya çalıştığın yegâne istikametin. Korunağın, yakınında huzuru bulduğun ya da bulmayı umduğun, özlediğin, uyumayı seçtiğin, dinlendiğin veya ‘oyunu kaydettiğin’ yer.
Ve tabii ki bundan çok daha fazlasına denk düşer. Ama az sorulan bir soru olarak beni -arada- düşündürtür.
Ev, neydi?






























































































